2 Eylül 2009 Çarşamba

Emek Verdiğim Siteler

- İl İl En İyi Sıralı Otogaz Servisleri. Çok değer verdiğim bir ağabeyimin çok güzel düşüncelerle işe koyulduğu bir site. Yapımı ve SEO çalışmaları bizzat tarafımdan yürütülmektedir.
- Size Özel Ürün Fiyatı İçin 0274 226 1 447
E-ticaret sistemi. Değerli kardeşim Gökhan Gökçe tarafından büyük bir gayretle yönetilen, tasarlanan ve 25,000'e yakın ürünün listelendiği dilediğiniz ürünle alakalı pazarlık yapabileceğiniz ve en uygun fiyatları alabileceğiniz bir e-ticaret sitesi.
- Türkiye Konumlu Sunucularda Yüksek Hızda, Güvenli Hostingle Tanışın
Yapım Yönetimi bana ait olan Özel Çobanoğlu Ltd. Şti.'nin bilişim sektöründeki iddialı teşebbüsü.
- Teyado Kurumsal Sitesi
- Eğitim Danışmanlık İnsan Kaynakları

---

- Güven Kız Öğrenci Yurdu SEO Çalışması

1 Eylül 2007 Cumartesi

Bir sabah/Bir Akşam -1-

“Özgür olmadıkları halde, kendilerini özgür sananlar kadar hiç kimse tutsak olamaz.” Goethe

Bir sabah uyanırsın ve… ve film aniden başa sarar…
Bir sabah bileklerinde zincirle uyanırsın.Hür uyur, tutsak uyanırsın bir sabah.Talih seni uykunda yakalayan ve kelepçeleyen zabit kadar acımasız görünür gözüne o vakit.Etrafın sarılmış kaçış yolların kapatılmış, ellerin bağlanmıştır artık.Hatta etrafındakiler kim bilir kaç zaman kendiliğinden uyanmanı beklemişlerdir. Sırf tatlı tatlı gerinerek uyanıp ardından etrafındakileri ve bileklerindekileri fark ettikten sonra yüzündeki hayat belirtilerinin bir, bir buçuk saniyede nasıl yok olduğunu görmek için.
Bilimsel bir deney gibi görünse de bu yaptıkları, aslında hastalıklı iştihalarının tesiridir bunu yaptıran.
Öyle ya da böyle artık uyanmış ve tutsaklığının farkına varmışsındır.Özgür olmadığın halde özgür sanmışsındır kendini; rüyalarında çiçekli bahçelerde dolaşmış, ak sakallı dedelerle aşık atmışsındır belki özgürce, kim bilir?

Tutsaksındır artık ve farkına varmışsındır.Tutsaklığın en aşırı ucundan yani tutsak olup da kendini özgür sandığın budalalıktan kurtulmuş, bir basamak yukarı çıkmışsındır. Artık nereye gitsen, kime baksan bir hüzün şaklar yanaklarında. Ayrılığın tokadı iner yüzüne. Her koptuğun kıymetinden bir tokat, her tokattan bir iz miras kalır alnına… Tutsaksındır. Başkalarının layık gördüğü dehlizlerde, alüminyum tabaklarda seyredersin yüzünü.
-Yüzüne ne yapmışlar!

Kimse bir şey yapmamıştır aslında, yüzüne sükut-u hayal gibi inen tokatlar, ege bölgesi fiziki haritasına benzer bir motif çizer alnına, horst ve grabenler oluşturur yanaklarında, gözlerin dumanlı dağlar gibi; sert durur ama başı dumanlı, buğulu… Tutsaksındır. Temiz çamaşır ve sigaradan başka hayallerin vardır ama ancak bunları elde edersin görüş günlerinde. Tutsaksındır.Bir sabah Joseph K. olarak uyanmışsındır…

İki ya da üç yüz yıl geçer ilk tutsak edildiğin günün üstünden. Esaret git gide alıştırır kendini sana. Artık o kadar alışırsın ki esarete rüyaların, hayallerin bile esarete dayanır. Mahpusta kurarsın düşlerini, dışarısı hayal bile değildir senin için. İşte o vakit bitmişsin demektir…

O vakit iki parmağını gözü üstüne kapayıp dünyayı göremeyen, görmediği için yok sayan ahmak gibi hapı yutmuş, kayışı kopartmışsın demektir.

Ah rüyaların! Deli taylarla dört nala koştuğun bozkırların ya da;
-Harlayarak mı geleyim, gürleyerek mi?
diye haykıran şelaleler, çiçek kokuları, böcek sesleri, gök yüzü ve hatta belki inanması güç ama cızırtılı yayınıyla terete Ankara radyosu hepsi yitmiş, elinde bir alüminyum tabak ve o tabaktan sana bakan ölmüş ama yaşadığını sanan bir adam kalmış…
Ne yazık sana.Uf olmuş elindeki her şeyin.
-Sana ne yapmışlar?

Esaret; hayatta, hayalde ya da fikirde…Esaret adamı adamlıktan çıkarıp, yüzünü buruşturan aklını karıştıran ağzını bozan esaret.

Tutsaksındır. Belki zalim bir hükümdara, belki de bir kuru slogana tutsak. Kuru bir cihangirliktir bazen tutsaklığın. Yüksek oktavlı, düşük kaliteli sesler çıkar ağzından. Haykırmazsın artık böğürürsün. Tutsaksındır ve dünyayı esaretinden ibaret görürsün. Böğürürken gördüğün karanlık dehlizleri andırır göğüs kafesin.Tutsaksındır.Ve tutsak olduğun hücre kadardır dimağın…

Fiiliyatın can havliyle, fikriyatın can havliyle, maneviyatın ise esaretin bedelidir.Esir edildiğinde emanete alırlar.Kim bilir belki eski borçlardan dolayı hacze uğramış yeddi eminin tozlu ambarında yeni sahibini beklemektedir maneviyatın.

Bu kadarsındır ve buradasındır maalesef ancak kendini Hanibal zanneder, Roma’yı “kendi topraklarında yenmek” den bahseder durursun.
Hey gidi koca kahraman; vücudunu dahi tasarruf edemezken, Roma’dan dem vurursun…


Milletler ve devletler de insanlar gibiyse eğer Kartaca’nın ve Kartacalılar’ın durumu vahim görünüyor.Vahim ki ne vahim…
Esaret omuz hizasını aşmış.Teselli; denizler altında yirmi bin fersah…Birlik-beraberlik acımasız olmuş kum gibi tepip gitmiş aramızdan.Ümit…Ümit hala var.

Esaret bütün bedenimizi sarmış ve ruhumuzu da gardiyana emanet etmişiz ancak yine de ümit var…

Timur’du galiba bir hikayesini dinlemiştim; esaret yıllarında zindanda bir karınca görüyor.Karıncanın yuvası duvarda.Yerden bir ekmek kırıntısı alıp yuvasına taşımaya çabalıyor kahramanımız karınca…Ancak yuvaya yaklaştıkça yük ağırlaşıyor ve küçücük bedeni bu ağırlığa mukavemet gösteremeyip yere düşüyor.Timur izlemeye devam ediyor.Karınca yine deniyor.yine düşüyor.Bir daha.Bir daha.
Karınca kendisi için gerçekten astronomik sayılabilecek derecede deniyor ve her seferinde aynı hezimet.Ancak son seferinde karınca başarıyor.Ve Timur karıncadan alıyor dersini.Gerisi zaten malum.
...
Bu esarette hala karıncamızı göremedik!Burnumuzun dibinde ama bilemedik onu izlememiz gerektiğini…
Her düşüşte kendimize bir şeyler katmayı bilemedik anlaşılan.Esaret şah damarımıza doğru dürtülen bir kılıç; ancak biz onu hala “barış çubuğu” sanıyoruz.
Kabul edelim ki özgür değiliz.Bireysel olarak benliklerimize, ulusal olarak içselleştirdiğimiz körlüğümüze sıkışıp kaldık.
Zümresel olarak da iştiyaklarımıza müştak olamadık, vesselam…

24 Nisan 2007 Salı

Ölüm

Kenarında göz bebeklerinin;
Bir Zerdüşt ateşi belirdi.
Korkusuz Aşil’in yayı;
Sanki kaşlarında gerildi.
Göz yaşların ram oldu hep;
Masallardaki cadı kazanlarına,
Göz kapakların kapandı; kefen gibi,
Tutsaklarına.
Uykusuzluğun mahmurluğunu bıraktın;
Geride kalanlarına…
Nice çöküşlerin güz çiçekleri;
Senin bağçelerinden derildi,
Ellerimizle yükselttik seni semalara;
Sende muallak bir beyan belirdi.

Aslında sadeydin; ama kurgulu,
Nice düşmanlar gördün dili burgulu
Yanaklarının alından allar derildi;
Nice insancığın alnına sürüldü.
Hep korkunç olmadın; sevecen de kalamadın,
Bitmek bilmez bir iştihanın,
Son nefesi oldun sen!
Umursamazların, umuruna mahzar oldun sen!

Kalan sağlar bizimdi;
Gidenler senin!
Bir ömür bitebilir mi;
Sonunda iki hecenin?

Zaman zaman nadide çiçeklerin,
Kurumuş yapraklarından döküldün.
Ve çözüldün dağıldın kimisinde!
Hıçkırıklı bir diz çöküşle:
Parmak uçlarında nebilerin,
Ya da yüreklerinde bizzat sevdaların.
Gün geldi sen de öldün!
Ölümsüz dimağların kılıcında…
Etrafa saçıldı kanların;
“Hücum!” narasının hıncında!

Sivilcelerinde biriktirdin,
Kanlı şafakların tohumunu
Gün geldi kırdırdın dedeyle torunu!
Biz değil sen! Hep sen!

Karanlığın rengi oldu gözlerin.
Dudakların üfledi buhranlara:
“İhtilal! İhtilal!”

Kirpiklerin iğneydi, sakalların iplik.
Diktin, pikeledin; konuşan dudakları!

Buruş buruş işledin kimi zaman ak gerdanları,
Elinin ununu saçlarımıza silkeledin!
Yaşıyoruz dedikçe sana yaklaştık.
Her nefes bir adımdı sana doğru.
Kimimiz azgın sular gibi çağlayıp;
Kanat çırptık, uçtuk!Hep sana doğru…
Saçlarından ördün kemendini,
Yakaladın senden kaçanları.

Hayranların vardı gücüne kudretine,
En kolay onları düşürdün ağına.

İhtiras senden gelen bir mektuptu;
Açanlar okuyup, sana koştu!
Kimileri gerdanının şehvetine tutuştu;
Doyumsuzluğun yüksek dozajıyla,
Uzandı onlara parmakların;
O, muhtemel bir gırtlağı, ne insafsız sıkıştı!

Savurdun ceketini,
Kimi harp meydanlarında.
Uğursuz nameler ilk;
Senin ağzından duyuldu!
Cinnetin karanlık dehlizlerinde çınladı sesin,
Defalarca.
Kopardın aile bağlarını;
Kardeşlerce ya da babalarca.
Uçurdun gök yüzünde uçurtmanı.
Yağdın mermilerce, bombalarca!

Uykusuz gecelerde girdin,
Delikanlı askerlerin koynuna;
Komutanlar önünde ne edepsizlikler ettin!
Hainlerce, ajanlarca…

Bir bahar akşamında rastladın, sabilere;
Gah bir oyuncak oldun; gülümser.
Gah battaniye; sıcacık.
Parçalara ayırdın huzuru!..
Biz değil; hep sen!
Parçalara ayırdın huzuru; atomlarca parçalara!

Gözler en son sana baktı hep.
Kim bilir belki kendilerini görerek
Uzun zaman “tanrıcılık” oynayanların;
Ellerinden aldın oyuncağını.
Kibrin tuzağına düşenlerin;
Sen kaçırdın, uykularını.
Merdivenler dayadın gökdelenlere,
Fasulye sırıklarında tırmandın; korku kulelerini…
Ani bir sel gibi devirdin surlarını;
-Kendinin budalası- modern hayat tutkunlarının.
Kaç şehirde mabedleriyle yalnız bıraktın onları:
Putlarıyla kendileri ya da kendileriyle yalnızca…
Güneş batıpta çıkınca üryanlıkları meydana;
En insafsız korkularını saldın onlara..
...
Beyler Seninle aldattı hanımlarını,
Nice sadık eşler işvelerine kandı.
Gömlek yakasında bir parça ruj izi oldun;
Sana yakışacak kadar kırmızı; kıpkırmızı...

Kunta Kinte

“Uçurumları sevenin kanatları olmalı…” Friedrich Nietzsche
“Yalnızca bir kez naçar kaldım:´Sen kimsin?´ diye soranın karşısında…” Khalil Gibran

Makamlara kuruldular; benliklerinin çeperiyle süslediler o makamları.Egolarını oturttular her sabah seherle beraber makam koltuklarına.Bineklerine yüklediler; en adi enaniyetleri, makamlarının.“Deh” dediler, bindikleri alametlere.Kutlu bir seferdir çıktılar amansız kıyametlere…Ara sıra rastlayınca yol üstünde Kunta Kinteler’e “ıhh” dediler onlara “otur oturduğun yere” dediler; “ahh” diyecekleri yere…

Mahzun, masum ve mazur bir isyandı Kunta Kinte’nin dilinden dökülenler.
“Senin adın Tobias” diyenlere “hayır” diye inleyen bir isyan.İnliyordu evet.Peki sırtına inen kamçılardan dolayı mı? -Yoksa kamçıdan acı mıydı Tobias?
Her kamçıda bir Tobias hissi vardı.Her Tobias’ın elinde bir kamçı.Hepsi bir olmuş şaklıyordu Kunta Kinte’nin sırtında.Tobias değildi o.Onun adı Kunta Kinte’ydi…
Senin adın Tobias dedikçe beyaz efendi; inliyordu “hayır!”, “Benim adım; Kunta Kinte!” diye, inliyordu ama kükrercesine.İnlemek ve kükremek aynı anda, mümkün mü?
Tobias’lığı kabul etmişlerin hayretli bakışları ve “efendiler”in kamçı vuruşları kenetlenmişti Kunta Kinte’nin sırtına…

Makamlara kuruldular.Makamların efendisi oldular.Kunta Kinteler’in Beyaz Efendileri…Ya da Tobiaslar…
Ezdiler ekseri siyah derisiyle gurur duyanları.Adı Peter olan Tobias olan siyah derililere vurmadılar.Kullandılar ve ezik olduklarını ezberlettiler yalnızca…
Ezber kolaydı.Efendi Beyazdı…Kölenin derisi kara!
Her şey kesin ve net hatlarla ayrılmış.Siyah ve beyaz…Gri tonlara ışık bile yok!..
Köleler efendilerine kölelikten de öte kul olmuşlar.Öyle ki; beyazların “siyah köle, beyaz efendi” teorisini siyahlar geliştirip genişletmişti.Siyah kul olmalıydı Beyaz ise tanrı.Ancak böyle kaçabilirdi kara derisinin yükünden Tobiaslar…
Korkuyla tapındı Tobiaslar; kırbaç korkusuyla…Ancak Kunta Kinte korkmadı korkmaktan bile ve tapınmadı.O Kunta Kinte’ydi ve siyahtı Allah’a kulluk ederdi ancak, “Biz Efendiniz!” diyen beyazlara değil…Yalnızca Allah’a…

Kunta Kinte köleliğin içinden gelen asaletti.Bir çokları iddia etse de Kunta Kinte’nin efendisi olduklarını, bunu ancak kendileri kabul ettiler, Kunta Kinte(ler) değil; yalnızca kendileri... Hatta vicdanları olsaydı “Efendiler”in, kendi vicdanları bile kabul etmez, kusardı bu iddiaları…

Ellerinde kamçı vardı “Beyaz Efendiler”in.Kunta Kinte’yi asil, Tobias’ı zelil yapan işte o yaman kamçı…Biri kamçıyla tanışmak pahasına Kunta Kinte, diğeri kamçıdan korkusuna Tobias.
Son ana, yani kamçı ufuk çizgisinde belirene dek özlerinde gizledikleri meziyetleri (birinin asalet ve diğerinin rezalet) acımasızca ve ansızın ortaya çıkartmak söz konusu değilken; kamçıyı ve acıyı görmeleri ile birlikte kükremiş sel gibi esiri olurlar güdülerinin.Gah Kunta Kinte gah Tobias…
Birinin aklı kula kulluğa yatar, diğerinin yüreği hürriyet diye atar.
İkisi de siyahtır ama Kunta Kinte’nin yüreğindeki etken madde, onun esaretine engel olan yegâne nadide; siyahlık değil, beyazlık değildir; grilik, mavilik hiç değildir…
Amiyane tabiriyle onun olayı başka.Çünkü o; Kunta Kinte…
“Başını bir gayeye adama” dürtüsü değil ondaki.Bir adanmışlıktan ibaret değil ya da bir tutkudan, onun olayı siyahlıktan değil ya da kamçıdan…
Kuru bir cihangirlik gibi görünebilir Kunta Kinte’ninki.Elinde avucunda imkan yokken, birikim yokken iman vardır Kunta Kinte’de…İman! Tek yakıtı Kunta Kinte lokomotifinin, yorganı gecelerinin, yırtılmış-paralanmış urbası ya da yarasına bastığı bir avuç topraktır iman!..
O canı gönülden inanmıştır.Adı Kunta Kinte’dir Tobias değil!..Kimse ona Tobiaslık yaptıramaz ve belki en önemlisi kimse kendisi dahil Kunta Kinte’nin şahsiyetinde Tobiasçılık oynayamaz.Kimse arkasından ya da yüzüne karşı Tobias diyemez ona..Dedim ya; çünkü onun olayı başka…
Kimse; sözüm ona efendileri(!), efendilerinin(!) dostları, düşmanları, çiftlikte gözü olanlar, gözü dışarıda olan çiftlik sakinleri, özbeöz çiftlik sakini olup çiftlikli olmadığını iddia eden edepsizler; kimse ama kimse Kunta Kinte’yi -Kunta Kintecilik namına bir uçuruma sürükleyemez.Çünkü o Kunta Kinte’dir ve uğruna ölümü göze aldığı Kunta Kinte adının manasında dik durmak, namuslu olmak, hür olmak kadar kullanılmamak da gizlidir…
Kunta Kinte’nin ki; “Giyotin gibi bir inanç.Onun kadar ağır, onun kadar hafif.”*
Hafifliğiyle ağırlığı arasındaki tezat; kışkırtılmak, yönlendirilmek ve kışkırtılamamak, yönlendirilememek kadar mastarlı bir farktır.Kunta Kinte bu farkı fark edene denir ancak.
Kunta Kinte kimsenin ekmeğine yağ çalmak niyetinde değildir.Kunta Kinteliğinin özünde gizli sır da budur ya zaten!Yoksa beyaz efendilerin kölesi Tobiaslar’dan ne farkı kalır?Ha beyaz efendinin kölesi olup Tobias olmak, ha kandırılarak gizliden ve bilmeden “Efendilere” hizmet etmek ve onlara Tobiaslık yapmak.Ha “Beyaz Efendilerin” kölesi olmak, ha “Beyaz” hırsların ya da hınçların…Ne fark eder ki?Mana gerçekleşmedikçe isim neye yarar?
Düşmanları tarafından doldurulmak yakışmaz Kunta Kinte’ye. “Beyaz Efendiler” ya da Tobiaslar tarafından kışkırtılmış, doldurulmuş bir Kunta Kintelik Tobiaslık’tan farksızdır ezcümle, Kunta Kinteler’e “ıhh” demek de; sırtına kamçı vurmaktan…

Bilmem anlatabildim mi Kunta Kinte’yi? Zira anlatabilmek dahi zor…Kunta Kinte olmak ya da Tobiaslık’tan arındırılmış, “Efendiler”den sakındırılmış bir Kunta Kintelik gerçekleştirmek şöyle dursun…Yazmak zor Kunta Kintelik hakkında.Bana düşmeyeceği de aşikar.Ama susamam ki; “sussam gönül razı değil!”
Kunta Kinte’liğin adıyla Tobias’lığın tadı biri birine karışmış.Kunta Kinte adında gizli Tobiaslar türemiş.O kadar gizli ki bu Tobiaslık; kendileri dahi habersiz olup bitenden.Kendileri dahi bihaber cismen birer Tobias olup da yalnızca ismen Kunta Kinte olduklarından.
“Sen ödevsin” Kunta Kinte.“Ama görünürde öğrenci yok!”* umutsuzluğunda değilim.Öğrenci ile ödevi şahsında bütünleştirmeli bir Kunta Kinte, birleştirmeli ve kendi kendini gerçekleştirmeli.Tabi bununla birlikte yıldızların daha sık yer küreye yaklaşmasının, Kunta Kinte’ye göz kırpmasının gerektiği de aşikar.Hususiyetle havanın bulutlu olduğu vakitlerde Epey yaklaşmalı yıldızlar Kunta Kinte’ye…
Kim bilir nasıl parlar o “Münzevi Yıldızlar”?
Zaman zaman Kunta Kinte’ye de göz kırparlar elbet…
“Çeşmek be zen sitare
Ez men mekon kenare.”**


*Franz Kafka
** Farsça bir beyit.Dilaver Cebeci’nin Sitare şiirinde geçer.Anlamı: “Yıldız göz kırp/ benden uzak olma” gibi bir şey…

Zamanın Ruhu

Yabancı dilde kelimeleri kullanmaktan pek haz almasak da, Hegel’in vaktiyle uydurduğu bir nazariye terimi olan “zeitgeist”ı orijinal olarak kullanmak istedim bu seferlik.Zeitgeist Almanca bir kelime, Türk dilindeki manası “zamanın ruhu”.Eskilerin vakt-i merhun dediği günümüz insanının “Belli edilen, muayyen bir zaman” diye telaffuz ettiği bir manası da var.Yani hem içinde yaşadığımız vaktin her türlü özellik, güzellik, ironi ve yaşam şeklini anlatıyor hem de bir fikrin bir buluşun ya da bir oluşun vakti geldiğinde, “Belli edilen, muayyen bir zaman” içinde vücuda geleceği ya da kemale ereceği esprisini yapıyor bu kelime.Yani zeitgeist.
Düşününce fantastik, soyut bir kavram dahi olsa bu zeitgeist bir yerlerden tanıdık geliyor sanki.Çok kolay olmasa da somutlaştırabiliyor insan zihninde bu fantastik kuramı.Her zamanın bir ruhu olabilir diyor insan.Ve hatta bedeni…Her ne kadar “modern” bir kuram olsa da sanki gelenekten de tanıdık geliyor bu fikir.
Zamanın ruhu, yani tüm hastalıkları, vehimleri, ön kabulleri, sosyal sınır ve sınıfları, prestij ve karizmalarıyla, ödevleri, rolleri, duyguları, umutları ve kaygılarıyla insanlığın mukadderatının sebebi mi oluyor ne?..
Zamanın bu soyut ruhu; insanların iç iklimleri ve bitki örtüleriyse eğer zamanın bedeni de bu ruhun şekline göre kalıplaşmaya çalışan insanlık ve insanlığın emrine sunulmuş nimetler ve hayatı kolaylaştırmak için kullandığımız araçlardan oluşan bir dişli mekanizma olsa gerek...
Hal böyle olunca zamanın bedeni zamanın ruhuna göre şekillenecektir elbet.Yani tüm teknik gelişmeler, icatlar, kuramlar, kanunlar, nazariyeler, bilim, sanat ve kültür hepsi zamanın ruhuna göre şekillenecek demektir.
Belki bundan seneler önce Aldous Huxley denen adam “Cesur Yeni Dünya” adlı eserinde çağımız insanının cesaretinden bahsederken belliki bu “deli” cesaretinin ya da deliliğin altında yatan korku ve kaygıları kendisi de yaşıyordu.Romanında öyle bir panaroma çiziyordu ki yazar sene 930 lar olmasına rağmen teknolojik gelişmelerin insan hayatını ve insanın hayatı algılayışını nerelerden nerelere seyr-ü sefer eyleyeceğini günümüz bilim-kurgularına örnek teşkil edecek şekilde anlatıyordu.
”Ford’dan sonra 632... Standartlaştırılmış, mutluluk hapları ile stresten arınmış, cinselliği biçimsel olarak özgürce yaşayan, tarihin bütünüyle yadsındığı, kitapların hiç bulunmadığı, en büyük eğlencenin elektronik golf olduğu, çocukların laboratuarlarda dünyaya gelip toplum tarafından topluma uygun biçimde yetiştirildiği, uyuşturucu kullanmanın neredeyse zaruri olduğu” sairesi uzun bir dünyadır Huxley’in bahsettiği…Görünen o ki kötü ruhlar Huxley’in zamanını ele geçirmiş olmalı…
Peki kötü ruhların ya da kötü ruhlu zamanların kurbanı sizce yalnızca Huxley ya da romanının kahramanları mı?
Siz de ara sıra kötü ruhların zamanı zorladığını hissetmiyor musunuz?
Saymakla bitirmeyi gözüme kestiremediğim kötülükler, zamanı sarsıyor; eminim siz de hissediyorsunuz.Bizim zamanımız da sizce kötüleşmedi mi?
Zamana yeni ruhlar uyduralım o ruhlar da uymazsa ne bileyim işte mesela cin çağıralım cinsinden zırvalamayacağım korkmayın.
Ne oldu nasıl oldu bilmiyorum ama biri bizim saatimizi değiştirdi her halde.Çünkü dünya yüzünde başka kötü ruhlu zamanlar yaşanırken de bizim saatimiz iyi zamanları gösteriyordu.Ya saatimize su kaçtı; genlerimizle oynanırcasına ya da biri saatimizi aldı yerine çift tarafı tura olan paralar gibi her an dehşeti gösteren bir saat koydu sanki…
En uyanmamız gereken vakitlerde bile hep sükut etti saat.Bazen de vakitsiz horoz kalbinden ..-izm, ..-iklik, ..-istlik diye enerjimizi sömürdü.
Yalnız bizim saatimiz mi peki yanlı olan?Tabiki değil insanlık büsbütün vaktini şaşırmış, kötü ruhların zamanını yaşıyoruz tüm ademoğlu hep birden.
Dedik ya zaman; zamanın ruhuna göre işliyor.At sahibine göre kişniyor anlayacağınız.Atın tabiatında mülayimlik olsa da kötü ruhlu hırçın binicilerin elinde telef oluyor küheylan..Koşarken kendi karnını tekmeliyor.Yavrusunu sakat doğurmak için…
Kötü ruhların istilasına uğramış bir zaman yaşadığımız, çevremizi barış çığlıkları atan cellatlar çevirmiş sanki…Uzadıkça uzuyor ama bitmiyor hayret…
Ez cümle kanla besleniyor zamanın sakinleri…Teknoloji kan üstüne kuruluyor, sanat huzursuzluk, kültürse diken.Kendimize batacak bizler yapıyoruz kendimizden.Sonra kendi kendimize batıp bi-haber yaşıyoruz intihar ettiğimizden.
Zaman aslında çarklarında işlemiyor saatlerin.Zemberekler zamandan gafil aslında.Biz de kabahati zemberekte bulmuşçasına kurma kolunda kaybediyoruz kendimizi.Öylesine hoyrat öylesine haşin kuruyoruz ki saatleri, “geçsin gitsin bu zaman hiç yaşanmamışçasına bir an evvel bitsinde bu çile unutulur nasıl olsa” kendimizi uyuturcasına…
Oysa ne ebu cehilleri sıkıştırıyor zemberekler, ne de ebu lehepler can veriyor dişliler arasında.
Hissediyorsunuz biliyorum.Hissediyoruz bir şeyleri.Ne olduğunu anlamasam da ben de duyuyorum o sesleri…
Saygı ve muhabbetle…Allah’a emanetsiniz…